tag:blogger.com,1999:blog-44862071941090151062024-03-14T01:31:25.302-07:00delidervişfotoğraflar, kitaplar, yollar ve müzikOkurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.comBlogger11125tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-47220980348815487482011-12-11T12:46:00.001-08:002011-12-11T13:02:13.996-08:00Sözler ve Fotoğraflar - I<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-fQWRtQws6r0/TuUW8gn3oZI/AAAAAAAAAXY/npeGnoB6eSg/s1600/Sebastiao-Salgado.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="265" src="http://2.bp.blogspot.com/-fQWRtQws6r0/TuUW8gn3oZI/AAAAAAAAAXY/npeGnoB6eSg/s400/Sebastiao-Salgado.jpg" width="400" /></a></div>
<div style="text-align: center;">
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; font-size: 11px; line-height: 14px;"></span><span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; line-height: 14px;">"Malum, topyekün saklı hayatlar maduru olduğumuz kadar, sahte geçmişler ustasıyız."</span></div>
<div style="text-align: center;">
<span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; line-height: 14px;">Özcan Yurdalan</span></div>
<div style="text-align: center;">
<span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; line-height: 14px;">Fotoğraf : Sebastiao Salgado</span></div>
<div style="text-align: center;">
<span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif;"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 11px; line-height: 14px;"><br /></span></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-XlGkMWIjqfM/TuUXpWDKmEI/AAAAAAAAAXg/-unYcXjju_A/s1600/koudelka_pissing.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="265" src="http://4.bp.blogspot.com/-XlGkMWIjqfM/TuUXpWDKmEI/AAAAAAAAAXg/-unYcXjju_A/s400/koudelka_pissing.jpg" width="400" /></a></div>
<div style="text-align: center;">
<span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; line-height: 14px;">"Kader tekrarlamalara, simetriye ve çeşitlemelere düşkündür."</span><br />
<span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif;"><span class="Apple-style-span" style="line-height: 14px;">Jorge Luis Borges</span></span><br />
<span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; line-height: 14px;">Fotoğraf : Joseph Koudelka</span></div>
</div>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-30734251742477606632011-11-17T01:43:00.001-08:002011-11-17T05:29:29.043-08:00düşündürenle beraber bir sohbet...<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<br />
bugün düşündüm<br />
insanları, toplumu<br />
hani toplumun belleği ve insanın belleği, sosyal ortamların kuralları ve yargılarının oluşması üzerine<br />
son dönem okuduğum kitaplarla da alakalı<br />
dedim ki ya ne gıcık<br />
nasıl da çağın bakışı ve yaşadığımız toplum<br />
ket vuruyor bize, hayallerimize, mutluluğumuza, huzurla bir anı yaşama isteğimize<br />
şartlara kurallara bağlıyor<br />
olmalısın yapmalısın...<br />
ölene kadar, ölümüne, kutsallarla dolu, kanla ırkla dinle, bağlıyız her yere ve herşeye<br />
oysa çocuklarız biz hep<br />
öğrenmiş çocuklar...<br />
<br />
<a name='more'></a><br /><br />
hadi o toplumlar arası faşizm<br />
toplum kimliği...<br />
bir de toplumun bize dayattığı mikro-dünyalar var<br />
evlenmelisin, çocuk doğurmalısın, askere gitmelisin<br />
içki içmemelisin<br />
oruç tutmalısın, annenin elini öpmelisin, babanı sevmelisin<br />
bunları biz kendiliğimizden de yapsak aslında<br />
bazılarını öğrenmişliğimizden yapıyoruz<br />
farkında bile olmadan<br />
aslında bağımsız ve özgür yaşadığımızı düşünsek de<br />
kat kat kuralların altındayız, ama bence asıl olan<br />
özgür olmadığını bilmek ve bunu aramaktır<br />
çünkü özgürüm dediğin anda aslında bir yerlere bağlanmışsın demektir<br />
yaşamın kendisi gibi bir ilke, bir arayıştır özgürlük de<br />
<br />
ondan sonra düşündüm<br />
hep konuşuyoruz ya :<br />
evlilik kurumu<br />
aslında işin aslı şu :<br />
toplumun dinamiğinde<br />
insanlar sevdikleriyle ya da çoğunun yaptığı gibi sadece karşı cinsten biriyle<br />
sürekli bir bağlılık yaratarak, devamlı cinsel ilişkiyi garantilemek istemişler<br />
çünkü insanlar belirsizliğe katlanamazlar,<br />
elbet de o da var<br />
hem sahiplik, aitlik<br />
şimdi değil, ilk başlarda öyleymiş<br />
elbette<br />
şimdi daha çok aidiyet ve sorumluluk taşımaya dönmüş<br />
dedim ya insanlar belirsizliğe dayanamazlar<br />
aslında bütün o büyük yapının<br />
düşün kuramlarımızın<br />
var oluşunun temel yapısı insanın bu doğasından gelir belki<br />
belirsizliğe katlanamama<br />
insan tanrılarla anlaşıyor, eşiyle anlaşıyor<br />
geleceğini yaşamını<br />
güya belirli hale getirme çabası içinde, aslında bunların hepsi :<br />
insanlığın, hep var olmuş hep var olacak, belirsizliğe karşı kendi kendine kurduğu<br />
kurmacalar, oyunlar...<br />
<br />
ondan sonra dedim ki<br />
misal evlenme ve evlilik kurumuna gerçekten saygı duymuyorum<br />
benim için bir anlamı yok<br />
seninle beraber mutlu huzurlu yaşayabilmemin<br />
insanlarca koyulan şartı bu olduğu için var<br />
çocukken pipimi kesmeleri gibi<br />
bu toplumda erkek olacaksan<br />
sünnet olacaksın<br />
bu sana bağlı bişey değil...</div>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-74236382920707124152011-09-23T10:42:00.000-07:002011-09-23T12:46:08.521-07:00Fedailerin Kalesi Alamut - Wladimir Bartol<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<span class="Apple-style-span" style="background-color: white; font-family: arial, sans-serif;"></span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div style="font-size: 13px;">
Bu yazı, Sloven edebiyatının dünyaya kazandırdığı önemli mihenk taşlarından biri olan Wladimir Bartol'un Fedailerin Kalesi Alamut isimli romanı ve düşündürdükleri üzerine bir mütevazi, kendi çapında denemeciktir efendim. </div>
<div style="font-size: 13px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 13px;">
Evvela romanın hikayesinden bahsedelim: Fedailerin Kalesi Alamut'un, Türkiye'de sahife olarak hikayesi Yurt Yayınları'nda 1998 yılında ilk basımıyla başlar, benim elimdeki 2009 yılında yapılmış 7. basımıdır. Çevirmeni Atilla Dirim'dir ve kendisini güzel çevirisiyle eseri okunur ve akıcı kılmakta oldukça başarılı buldum. Bendeki kopya ise Kadıköy Akmar Pasajı'nda güzelim bir el tarafından hediye edilmiştir.<br />
<br />
Bay Wladimir Bartol hakkında da bilgiler vereyim. 1903-1967 yılları arasında Orta Avrupa'da yaşamış, iki dünya savaşını da bütün eziciliğiyle beraber sırtlamış o bilge nesilden. Böyle bir nesil olduğunu düşünüyorum ben, ekonomi, ulus, siyaset ve savaş kavramlarını ve ilişkilerini yaşayarak idrak etmiş.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-XAAmjBcfoEs/TnzhKbNuVYI/AAAAAAAAAW4/N5Rt2RyJtHw/s1600/IMG_8796.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/-XAAmjBcfoEs/TnzhKbNuVYI/AAAAAAAAAW4/N5Rt2RyJtHw/s1600/IMG_8796.JPG" /></a></div>
<br /></div>
<div style="font-size: 13px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 13px;">
<a name='more'></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div style="text-align: center;">
<div style="text-align: left;">
<span class="Apple-style-span" style="font-size: 13px;">Neyse efendim gelelim romanımıza. Alamut Kalesi ile ilk karşılaşmamız Bay Amin Maalouf'un Semerkant romanının ilk kısmı ile olmuştu. Bu ilk kısımda Hasan Sabbah, Ömer Hayyam ve Nizam-ül Mülk'ün hikayelerine, ortak geçmişlerine dair bilgiler veriyordu yazar ve ardından konuyu Ömer Hayyam üzerine çekiyordu. Nizam-ül Mülk olay örgüsü içerisinde biraz daha rol buluyor ancak Hasan Sabbah dağların arasındaki gizemli kalesine çekiliyordu. Bu arada okuyucular, Hasan Sabbah'ın bu gizemli kalesinde garip şeyler olduğuna dair uyarılıyordu. O zamandan beri aklımın bir köşesinde, dağların arasındaki kalesinde, loş bir galeride, gözlerinden kıvılcımlar saça saça şarabını içen bir deli adam olarak hayal etmiştim Hasan Sabbah'ı. Wladimir Bartol'un eserini elime alınca da "İşte şimdi o kalede neler olduğunu öğrenmenin zamanıdır." diye geçirdim aklımdan.</span></div>
<div style="text-align: left;">
<span class="Apple-style-span" style="font-size: x-small;"><br /></span><br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/-k7Lmnfv0JjE/TnzDKP2ReMI/AAAAAAAAAWo/QRwHkiirXtA/s1600/zubara.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/-k7Lmnfv0JjE/TnzDKP2ReMI/AAAAAAAAAWo/QRwHkiirXtA/s1600/zubara.jpg" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Zubara Kalesi - Katar</td></tr>
</tbody></table>
<span class="Apple-style-span" style="font-size: 13px;"><br /></span><br />
<span class="Apple-style-span" style="font-size: 13px;">Eser başlarda tarihi bir roman yapısında ilerliyor. Olaylar, kişiler ve ilişkilerinin anlatımı dönemin sosyolojik yapısı ve insan algısına dair ipuçları taşıyor. Kölelik mekanizması, ticareti, haremler, cariyeler... Bunlara ek olarak İsmaili tarikatı, inanç şekli, gruplaşmaları, ibadet şekilleri hakkında bilgiler de veriliyor. Dönemin siyasi yapısı, İran üzerinde bir işgalci konumunda olan Selçuklu Devleti'nin iç çalkantıları da okura hissettiriliyor. Elbette bunları oluşturan yazarın da bazı noktalarda "oryantalist" gözlüklerini çıkaramadığını bildirmek gerekir. Diğer yandan yazarımızı bu konuda zan altında bırakamayız. Mösyö Sartre'ın çok da doğru tespit ettiği "Her çağ kendi insanını yaratır." düsturunca düşünürsek, Bay Wladimir Bartol'un yaşadığı dönemde, coğrafya ve toplum açısından ne denli bir büyük duvarın arkasında olduğu ve bugün hala var olan ön yargılar ağıyla çevrildiği apaçıktır. Kanaatimce yapıtında, bütün bu engellemelere rağmen olabilecek en objektif bakışı oluşturabilmiş.</span></div>
</div>
<div style="font-size: 13px;">
<br /></div>
<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-7s5ciBxd174/TnzErhg8HjI/AAAAAAAAAW0/FMd_xYLyQk4/s1600/sebinkarahisar.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/-7s5ciBxd174/TnzErhg8HjI/AAAAAAAAAW0/FMd_xYLyQk4/s1600/sebinkarahisar.jpg" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Şebinkarahisar Kalesi</td></tr>
</tbody></table>
<div style="font-size: 13px;">
Başlarda tarihi bir roman yapısında ilerliyor demiştim ama sonra tabii değişiyor, psikolojik bir hal alıyor. Özellikle Sabbah'ın sahneye çıktıktan sonra yaptığı şok açıklamalar beni benden almıştır. Söylediği her şeyi karakaplıma aktarmaya çalıştım. Sizi burada notlarla boğmak değil niyetim ancak, Sabbah'ı güzel konuşturmuş Bay Bartol ; İşte onu demeye getiriyorum. Hasan Sabbah gibi bir insanın tarihsel varlığı ve estirdiği terör gerçektir. Şimdi durup düşünelim, Sabbah'ın aklı başında bir adam olduğu Nizam-ül Mülk, Hayyam gibi arkadaşlarından belli. Sonra Selçuklu gibi devrinin bir büyük devletinde, vezirin koltuğunu sallayacak kadar yetkin bir devlet adamı olduğunu da biliyoruz. O halde Hasan Sabbah'ı haşhaşiler gibi bir intihar mekanizması kurmaya iten nasıl bir kişiliktir ? Yazar bunun cevabını, Sabbah'ı Antik Yunan filozoflarından etkilenerek Nihilist -hiççi- bir düşünceye varmış, varlığının anlamını büyük bir tutukluya tasarladığı mekanizmaya bağlamış bilge bir adam olarak kurmakta buluyor. Adeta Doktor Frenkeştayn çıkıyor karşımıza ve büyük bir tutkuyla yarattığı oğulları, zaten ölü olan haşhaşileri. Sabbah çoğu noktada oluşturduğu bu mekanizma için suçsuz buluyor kendini, "İnsanlar istediler, onlar izin verdi, ben onların arzularını kullandım." diyor. </div>
<div style="font-size: 13px;">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div style="font-size: 13px;">
İnsanları kullanmaya, onlara zaten istediği şeyi verdiğini düşünmeye başlamadan önceki halini şöyle açıklıyor : "Bu dünyadaki görevimin insanlar arasında hakikat tohumları ekmek, onların gözlerini açmak, insanlığı yanılgılara ve karanlığa mahkum eden yalancılardan kurtarmak olduğunu sanıyordum. İsmaili öğretisi benim için cehalete ve yalanlara karşı başlattığım mücadelenin bayrağı olmuştu. Kendimi insanlığın kör yürüyüşünü aydınlatacak bir meşale gibi görüyordum." Ne idealist, ne tepeden bakan bir düşünce. Hepimizin hayatının belki bir döneminde yok mu bunlar ? Hasan Sabbah'ın da bir dönem böyle düşünmüş olması gayet ihtimal dahilinde. Ancak O'na sonradan şöyle dedirtiyor Bay Bartol : " Halkın kayıtsız ve tembel olduğunun farkına vardım; onlar için kendimi harcamaya değmezdi. Boş yere onları uyandırmaya ve aydınlatmaya çalışmıştım. İnsanların büyük kısmının hakikatin ne olduğuna ilgi duyduğuna inanıyor musun yoksa? Umurlarında bile değil. Tek istedikleri rahatlarının bozulmaması ve hayal güçlerini canlı tutmak için masallar.". Bartol'un yarattığı Hasan Sabbah, çağının ötesinde fikirlere sahip bir bilgeymiş, ancak bu bilge çağının henüz bu fikirlere hazır olmadığını, onu anlayamayacağını da kavramış gibi yapıyor. Böyle değil midir zaten sevgili okur ? İnsanlar yeryüzünde binlerce yıldır yaşarlar, ne fikirler gelmiş geçmiş, ne icatların eşiğine gelinmiştir, sonra bilgin asılmıştır, icatları yakılmıştır, sönmüştür ateş... Şeyh Bedrettin veya Arşimet'in ve daha nicelerinin başına da böyle şeyler gelmiştir, gelmektedir. Belki Hasan Sabbah'ı onlardan farklı kılan, ilk başta tanrılardan çaldığı ateşi insanlara öğretmek istese de sonradan buna hazır olmadıklarına, devrana karşı koymanın, onu istemese dahi değiştirmenin mümkün olmadığına inanmış olmasıdır. Bu fikir ve güya çaresizlik onu ilk başta tuttuğu yoldan çevirmiş, mekanizmasının gerçeklemek işiyle yanıp tutuşan bir hırs abidesine çevirmiştir belki. </div>
<div style="font-size: 13px;">
<br /></div>
<div style="font-size: 13px;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-mYh2mdXbSi4/Tnzhl4gKH4I/AAAAAAAAAW8/JhxzkBsXwbY/s1600/alamut.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/-mYh2mdXbSi4/Tnzhl4gKH4I/AAAAAAAAAW8/JhxzkBsXwbY/s1600/alamut.jpg" /></a></div>
Bence dostumuz Bay Wladimir'in yarattığı Hasan Sabbah'ın kefelere, kantarlara sığmaz bir egosu var sevgili ve de sabırlı okurum. Hasan Sabbah, bu dünyada bir "görevi" olduğunu düşünüyor, görevsiz yaşayamıyor, buna tahammül edemiyor. Güzel fikirleri var elbet ama görmek istediklerini topluyor O, hırsla gerçeği, insan gerçekliğini, psikolojisini sorgulayışı insanı kavrıyor. Kendisi için bulduğu destekleyici kanıtlar, okurun da aklını, kendi değer ve gerçekliklerini sorgular nitelikte. Hiçliğe varmış, yaptıklarının sadece amacı edindiği bir plana tabi, onun için olduğunu savunan bir bilgeyi oynuyor. Planına en yakınındaki insanları dahi kurban verse de yılmıyor, bencilliğin bir "ben de sıradan bir insanım ve isteklerim var"dan ziyade, "bir tek ben varım, istiyorum ve isteğim kutsaldır"a dönüşmüş hali. Hasan Sabbah'ın vardığı hiçliği, Bay Nietzsche 'den feyz aldığını iddia eden bir Hitler kasabının psikolojisine benzetebiliriz. Hitler değil midir "İstediğimi alamadığım zaman, yumrukla isteme hakkım doğar" diyen? Breh breh demeden geçemiyorum bu yüce egolara, ancak sorgulayan yapıları, kendilerine kanıt arar halleri onlara sağlam bir duruş kazandırıyor ve sanırım budur biz sıradan insanlarda onlara karşı gizli bir hayranlık uyandıran. Sonuç olarak, Nietzsche ve Freud üzerine derin araştırmalar yapmış Bay Wladimir Bartol'un, 1938 yılında tamamladığı bu eserinde yarattığı psikopatın, savunmaları, fikirleri ve amacına adanmışlığıyla, eserin yazıldığı döneminin birçok siyasi aktörünü, diktatörünü gayet güzel örnekleyen bir karakter olduğuna inanıyorum. Oldukça keyifli bir okumaydı, tavsiye olunur kıymetli ve yorgun gözleri öpülesi okuyucum.</div>
</div>
Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-60725984231847709432011-01-27T11:53:00.000-08:002011-01-27T14:11:21.370-08:00avaze gonjeshk-ha / serçelerin şarkısı<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TUHZQ8YDXXI/AAAAAAAAASk/hwFwgKkwUtQ/s1600/the-song-of-sparrows.jpg"></a><div style="text-align: center;"><span class="Apple-style-span"><u><br /></u></span></div><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TUHXdIL2y3I/AAAAAAAAASE/eDVir5Wc8S0/s1600/Song%2Bof%2BSparrows.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 219px; height: 320px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TUHXdIL2y3I/AAAAAAAAASE/eDVir5Wc8S0/s320/Song%2Bof%2BSparrows.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5566967509820033906" /></a><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TUHXPZrMM3I/AAAAAAAAAR8/NGe5GskRPKo/s1600/Song%2Bof%2BSparrows.jpg"></a>İran'lı yönetmen Majid Majidi'nin 2008 yapımı filmi Avaze Gonjeshk-ha (Serçelerin Şarkısı)'nı seyrettim bugün. IMDB sayfası işte şudur :<div><br /></div><div><a href="http://www.imdb.com/title/tt0997246/">http://www.imdb.com/title/tt0997246/</a></div><div><br /></div><div>Modern hayatın biraz dışında ama temelli uzaklarında değil.Ona biraz göz kırparak fakat yine de kendi ekseninden çıkmadan, küçük bir ailenin ve o ailenin reisi Kerim'in etrafında dönen bir hikayesi var. </div><div> <a name='more'></a><br /></div><div>Filmin esasında bizim hemen yanımızda, Türkiye'den bir trene, uçağa atlayıp rahatlıkla gidebileceğimiz ancak bize bir o kadar da uzak, o kocaman komşumuz İran'da geçmesi bana ister istemez sorular sorduruyor. Kapalı bir dünya gibi İran. Kültürel kodlarımızın ortaklığı ve içinde barındırdığı çok çeşitli halkları, coğrafyası ile diğer bütün komşularımızdan daha çok benzeştiğimizi düşünüyorum. Ancak toplum olarak hemen burnumuzun dibindeki komşumuz İran'dan nasıl bihaberiz, sanatçılarını, kültürünü tanımaktan ne kadar uzağız diye eklemeden de edemiyorum. Siyasi gerçekler ve çıkar ayrılıkları bu derece benzeyen toplumların arasına duvarlar çekmekte ne kadar başarılı. İran kültürüne yabancıysanız ve ilk defa bir Majid Majidi filmi izliyorsanız bu yönleri ile de bu film sizi çarpacaktır. </div><div><br /></div><div><a href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TUHYMXyB24I/AAAAAAAAASM/-y8RqeikvQ4/s1600/The-Song-of-Sparrows2.jpg"><img src="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TUHYMXyB24I/AAAAAAAAASM/-y8RqeikvQ4/s320/The-Song-of-Sparrows2.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5566968321460525954" style="display: block; margin-top: 0px; margin-right: auto; margin-bottom: 10px; margin-left: auto; text-align: center; cursor: pointer; width: 320px; height: 199px; " /></a></div><div><br /></div><div>Neyse efendim biz dönelim filmimize. Olay örgüsü aile reisi Kerim'in etrafında dönüyor demiştik. Ancak tek bir kahraman yok karşımızda, diğer aile fertleri de varlıklarını hissettiriyorlar. Eğer sizin de çocukluğunuzun bir kısmı Ankara, Sivas gibi orta Anadolu kentlerinde geçtiyse, Kerim'in yaramaz oğlu Hüseyin'e, kızları Haniye ve Zehra'ya hatıralarınızda rastlayabilirsiniz. </div><div><br /></div><div>Merkezdeki karakter Kerim ise motosikleti, ailesi için canını dişine takıp didinmesi ile hiç yabancısı olmadığımız biri...</div><div><br /></div><div><a href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TUHZQ8YDXXI/AAAAAAAAASk/hwFwgKkwUtQ/s1600/the-song-of-sparrows.jpg"><img src="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TUHZQ8YDXXI/AAAAAAAAASk/hwFwgKkwUtQ/s320/the-song-of-sparrows.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5566969499514789234" style="display: block; margin-top: 0px; margin-right: auto; margin-bottom: 10px; margin-left: auto; text-align: center; cursor: pointer; width: 320px; height: 180px; " /></a></div><div>Filmin müzikleri ve görüntüleri oldukça başarılı. 97 dakikalık bu hikayenin nasıl başlayıp bittiğini anlayamayacaksınız. Oyunculuklara, özellikle Kerim ve oğlu Hüseyin'in oyunculuklarına hayran oldum. Kerim'in "halaoğlu"nun kamyonetinde devamlı dinlediği müzikelere ise dikkat kesilin, sizi bir sürpriz bekliyor.</div><div><br /></div><div>Neyse efendim, lafın kısası Serçelerin Şarkısı şiddetle tavsiye edilir. Son olarak işte size mükemmel bir sahne : </div><div><br /></div><div><iframe title="YouTube video player" class="youtube-player" type="text/html" width="640" height="390" src="http://www.youtube.com/embed/dYTa1WJPkOo" frameborder="0" allowfullscreen=""></iframe> </div><div><br /></div><div>iyi seyirler...</div><div><br /></div>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-30316241061457247692011-01-20T13:00:00.000-08:002011-01-21T04:19:37.297-08:00Ah Güzel İstanbul ve Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi<div style="text-align: left;">Efendim evvela belirteyim: bu iki konuyu bir kayıtta harmanlamak nereden aklıma geldi bilmiyorum. Önce hikayeyi mi okumuştum... yoksa filmi çocukken mi görmüştüm televizyonda onu da hatırlamıyorum. Ama bulgur pilavı, şarap ve ekmekle çalışan naçizhane dimağımda bağlandı bu ikisi birbirine. Eh serde delilik de olunca hor görmemek lazım.</div><div><br /></div><div><div>İlki Ah Güzel İstanbul, baş rollerini Sadri Alışık ve Ayla Algan'ın oynadığı 1966 yapımı bir Atıf Yılmaz filmi... Bendeniz bir İstanbul meraklısı ve de aşığı olarak hemencecik izledim filmi. Notlar almadan da edemedim.</div><div><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TTiswRknJbI/AAAAAAAAARc/lDeAXZKa80Q/s1600/ah.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 228px;" src="http://3.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TTiswRknJbI/AAAAAAAAARc/lDeAXZKa80Q/s320/ah.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564387284966909362" /></a><br /><a name='more'></a><br /></div><div>Film gerek görüntü, gerek müzik ve oyunculuk açısından çağdaşı bir çok Yeşilçam filminden ayrılıyor. Daha nice Atıf Yılmaz filminin başına geldiği gibi durmadan televizyonlarda dönmese de çarpıcılığını ve hatırda kalıcılığını koruyan bir yapısı var. </div><div><br /></div><div>Filmin konusu klasik "artist olma sevdası" üzerine kurulu. Ancak daha sonra pek çok filmde işlenmiş ve çocukluğumuz süresince televizyon ekranlarından beyinlerimize kazınmış, şimdi de söküp atamadığımız o filmlerden değil... Bir kere Sadri Alışık ve Ayla Algan'ın oyunculukları gerçekten görülmeye değer. Ayla Algan'ın özellikle yakın çekim sahnelerde yüz ifadesini kullanışı ve seslendirmesi oldukça etkileyici. </div><div><br /></div><div>Görüntüleri ile birlikte 66 yılının İstanbul'u filmde bir başka başrol oyuncusu. Manzaralar ve boğaz çekimlerinde İstanbul'un neredeyse 50 sene önceki halini izlemenin keyfi de bir başka.</div><div><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TTis8JME0fI/AAAAAAAAARk/IW9yJQgdqew/s1600/foto-sadri.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://3.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TTis8JME0fI/AAAAAAAAARk/IW9yJQgdqew/s320/foto-sadri.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5564387488874942962" /></a></div><div>Senaryosu da dolu bir film. Özellikle baş karakter Haşmet (Sadri Alışık)'de Yusuf Atılgan'ın eseri Aylak Adam'dan izler bulmak mümkün. Ayşe ise tanıdık bildik hani o cahil, "atriz olacağım" kızlardan değil. Evet biraz deneyimsiz ama cin gibi. Üstelik bir ara başarıyor bile artist olmayı. Sorgulayan, zorlayan bir karakter çiziyor. Haşmet'in fotoğrafçılık yaparak geçimini sağlaması ve özellikle pozlama süresini tutturmak için kullandığı tekerlemesi bu hafifmeşrep gönlümü ayrıca çalmıştır... </div><div><br /></div><div>91 dakikalık bu film kolaylıkla bulunabilir veya youtube, video.google gibi sitelerden izlenebilir. İşte youtube da bulunan ilk parçası :</div><div><br /><iframe title="YouTube video player" class="youtube-player" type="text/html" width="480" height="390" src="http://www.youtube.com/embed/4j66bfA_AfI" frameborder="0" allowfullscreen=""></iframe><br /></div><div><br /></div><div>Gelelim diğer konumuz muhterem şair Ziya Osman Saba'nın, harika hikayesi Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ne. Efendim Ziya Osman Saba'dır ki o da bir eski İstanbul beyefendisi olup şiirleri ve az da olsa yayınladığı hikayeleri ile gönlümüzde yer etmiştir. Muhtemelen beni -bizim kuşakları- görse şöyle bir homurdanacak, sonra tepeden bir sesle, "Anlat bakalım efendi" diye söze girecekti...</div><div><br /></div><div>İşte bu eski İstanbul beyefendisinin, Ah Güzel İstanbul'un Haşmet'i ile aynı halet-i ruhiye'de yazdığı hikayesi Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'nin bir kaydını düşmek istiyorum buraya. Haşmet'in fotoğrafçı olması ve bu hikayenin kahramanın fotoğraf çektirmek istemesi kafamda onları bağlayan şey olsa gerek. Yalnız bir adamın öyküsüdür bu, adam yalnızlığıyla üzüntülüdür, dargındır. Ancak onun yalnızlığı da ne güzeldir... Okuyun, karar verin. Ne dersiniz ? Haşmet, Ziya Osman Saba'nın fotoğrafını çeker miydi acaba ? </div><div><br /></div><div><i><span class="Apple-style-span"><div><span class="Apple-style-span">"O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, saatlerdir pis hava ile dolmuş ciğerlerimin teneffüs hakkını vererek, Haliç'i ve Boğaziçi'ni selamlayarak geçtim.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköyü'ne kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. İşte Boğaz'ın Anadolu sahilini yapacak 6, 5... Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan bu kâh küsurlu, kâh küsursuz rakamlar şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksekkaldırım dan istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel'e varınca tramvay bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray a, Taksim e kadar yürüyebilirim.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz; bazıları beni görmüyorlar, benim de görmediklerim oluyor, bana sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler... Kocalı kadınlar, henüz nişanlılar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı nın, bir şiirinde "gün hazinesi" dediği bacaklarını uzun konçlu şosonlarda hapsetmiş bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Ayakları muhafazalıların arasında seğirtip gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar. Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor.</span></div><div><span class="Apple-style-span">İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Şu oda takımı ne güzel! İnsan yemekten sonra şu geniş koltukta kimbilir ne kadar rahat eder! Şu abajur, elindeki örgüsüne dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... Şu masa, karşıki mağazada satılan radyolar için bilhassa yapılmış gibi, tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride, antikacıdaki biblolardan biri... Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor. İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası... Perdeleri arasında da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi...</span></div><div><span class="Apple-style-span">Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir? İlerliyorum...</span></div><div><span class="Apple-style-span">Ya şu mağazadaki mavi kolye. Tanıdığım kızlardan şu en mavi gözlüsüne ne kadar yaraşacak! Fakat o kız benim sevgilim değil ki!</span></div><div><span class="Apple-style-span">Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler...</span></div><div><span class="Apple-style-span">Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar... Düşünüyorum ki, bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, "bütün bunlar senin için" diyebileceğim kimsem yok.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Sanki bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk, türlü türlü yemişler, meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra, bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev i şahsına münhasır saadet değil de nedir?</span></div><div><span class="Apple-style-span">Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman tebessümleri devam edecek. Şu gelin, demin gördüğüm kocalı kadın değil mi? Şu pembe yüzlü, çift örgülü saçlı küçük çocuk, daha demin sıçrayarak yanımdan geçen genç kız değil mi? Belli belli! Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir. Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir. Yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir kitabım intişar etti, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir, edebiyat tarihçisi, bu kitap intişar ettiği zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı kalabalığı hasıl olmuş. Yaklaşıyorum, otomobilin içi, camların kenarları bütün çiçeklerle süslü. Demek gelinle güvey fotoğrafhanedeler. Ben de bu fotoğrafhaneye girer, hem fotoğrafımı çıkartmış olur, hem de hayatlarının en mesut zamanlarından birini yaşatmakta olan bu çifti, kapıdan çıkmak üzere iken olsun, bir defa selamlarım.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlar. İşte, yeni rütbesinin verdiği gurur ve emniyetle istikbaline gülümseyen genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi imişçesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk. Bir fakültenin mezunlar hatırası: Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde; yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış, uzun bir yolu bitirip bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Sonra, yeni evliler, yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Bütün şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı çekin, demişler.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Sonra, pürüzsüz, uzun bir evlilik hayatının en güzel bir noktasında, belki bu izdivacın bir senei devriyesinde, birkaç yaşına gelmiş çocukları ortalarında resim çektiren eski evliler. Kadın biraz şişmanlamış, erkeğin alnından doğru saçları seyrekleşmeye başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni evliler fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar. Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Ben böyle düşünürken, birden atölyenin kapısı açıldı, gelin, elindeki çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde, yanında genç kocası, bir bahar havası bırakarak, bir bahar rüzgarı gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile bindiler. Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti, sonra geri döndü, yarattığı eserden memnun bir sanatkar haliyle kendi kendine gülümseyerek, beni görmeden bulunduğum tarafa birkaç adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu.</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Fotoğrafımı çektirmek istiyorum. Güzel olmasını arzu ettiğim bir fotoğraf çektirmek istiyorum, dedim. Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor, yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş kaybediyor, adeta endişeli bir ifade alıyordu:</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Buyurun atölyeye, dedi.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Ben önde, o arkada, çiçek ve lavanta ile karışık bütün bir saadet kokusunun dalgalandığı atölyeye girdik. Gösterdiği sandalyeye oturdum. Makinenin arkasına geçti, örtünün altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum:</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Tabii durun!</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Kendinizi sıkmayın!</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunuzu unutun!</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Güzel sevinçli şeyler düşünün!</span></div><div><span class="Apple-style-span">Bunu ihtar etmesine hacet yoktu, ben buraya zaten sevinçli düşüncelerle gelmiştim. Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında taşıyacak... Belki bu resim...</span></div><div><span class="Apple-style-span">Birden fotoğrafçının sesi, bu sefer biraz daha asabi, yükseldi:</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Lütfen, zorla gülümsemeyin!</span></div><div><span class="Apple-style-span">Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o ebediyete, bana hayran kalacak bütün o müstakbel nesillere büyük bir şair gibi biraz mağrur, biraz yüksekten, sadece tebessüm edebilirim.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta gülünç bir iddia mı? Doğru! Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!.. Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük, daha mütevazı bir vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim. Belki o zaman bu fotoğrafımı, bazı mecmualar, diğer şehitlerinkilerle beraber, basarlar. Belki mektebim, verdiği şehitler arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın, birkaç vefalı arkadaşın beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim.</span></div><div><span class="Apple-style-span">Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin kokusunu teneffüs ederek, şu karşı binanın saçaklarında gagalarıyla öpüşen güvercinleri gözümün önüne getirerek, o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat tebessümüyle... Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim?</span></div><div><span class="Apple-style-span">Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?.. Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim. Hem...</span></div><div><span class="Apple-style-span">Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsiz bir tavırla:</span></div><div><span class="Apple-style-span">- Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, dedi."</span></div><div><br /></div><div> Ziya Osman Saba - Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi</div></span></i></div></div>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-31770639657478668112011-01-01T15:01:00.001-08:002011-01-01T16:28:19.379-08:00Böyle Buyurdu Zerdüşt - Nietzsche<div style="text-align: center;"><br /></div><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TR_F0T-ox6I/AAAAAAAAAQs/ByVa1ULRhj0/s1600/IMG_7207-blog.JPG"></a><span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; font-size: 13px; color: rgb(51, 51, 51); ">Ruhun üç değişimini anlatacağım size: ruhun nasıl deve, devenin aslan, aslanın da, en sonu, çocuk olduğunu.<br />Ruh için ne ağır şeyler vardır, içinde saygı barınan güçlü dayanıklı ruh için : ağırı ve en ağırı özler onun gücü.<br />Ağır olan ne ? diye sorar dayanıklı ruh, derken diz çöker deve gibi ve iyi yüklenmek ister.<br />En ağır şey nedir, ey yiğitler ? diye sorar dayanıklı ruh, sırtıma alayım da gücümden kıvanç duyayım.</span><div><span class="Apple-style-span"></span><span class="Apple-style-span" ><span class="Apple-style-span" style="color: rgb(0, 0, 238); font-family: Georgia, serif; font-size: 16px; -webkit-text-decorations-in-effect: underline; "><img src="http://3.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TR_F0T-ox6I/AAAAAAAAAQs/ByVa1ULRhj0/s400/IMG_7207-blog.JPG" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5557377967705343906" style="display: block; margin-top: 0px; margin-right: auto; margin-bottom: 10px; margin-left: auto; text-align: center; cursor: pointer; width: 400px; height: 186px; " /></span></span></div><div><div style="text-align: center;"><span class="Apple-style-span" ><br /></span></div><span class="Apple-style-span" ><span class="Apple-style-span" style="color: rgb(0, 0, 238); font-family: Georgia, serif; font-size: 16px; -webkit-text-decorations-in-effect: underline; "></span></span><div><span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; font-size: 13px; color: rgb(51, 51, 51); "><a name='more'></a>Şu değil mi: gururunu incitmek için kendini alçatlmak ? Bilgeliğinle alay etmek için deliliğini ışıldatmak ?<br />Yoksa şu mu: davamız, zaferini kutlarken onu bırakmak ? Ayartıcıyı ayartmak için yüce dağlara çıkmak?<br />Yoksa şu mu: bilginin palamutuyla, otuyla geçinmek ve gerçek uğruna can açlığı çekmek?<br />Yoksa şu mu: sayrı düşmek ve avutmaya gelenleri savmak ve senin istediğini hiç duymayan sağırlarla dostluk etmek ?<br />Yoksa şu mu: gerçeklik suyudur diye kirli suya girmek ve soğuk kurbağaları ve sıcak ödlübağaları defetmemek?<br />Yoksa şu mu: bizi horgörenleri sevmek ve bizi korkutmak isteyen hayalete elimizi uzatmak?<br />Bütün bu en ağır şeyleri yüklenir dayanıklı ruh: ve yükünü alan deve nasıl çöl yolunu tutarsa, ruh da öyle yollanır kendi çölüne.<br />Fakat en ıssız çölde ikinci değişim olur: ruh burada aslanlaşır, özgürlüğü ele geçirmek ve kendi çölünde efendi olmak ister.<br />Son efendisini arar burada: düşman kesilir ona ve son tanrısına zafer için büyük ejderlerle boğuşmak ister.<br />Ruhun artık efendi ve tanrı saymak istemediği o büyük ejder nedir? Bu ejderin adı "Yapmalısın"dır. Oysa aslanın ruhu "İstiyorum" der.<br />"Yapmalısın" altınla parıl parıl durur onun yolunda -pullarla kaplı bir hayvan, her pulun üstünde de altından bir "Yapmalısın" parıldar.<br />Binlerce yıllık değerler bu pulların üstünde parıldar ve şöyle der ejderlerin en zorlusu: "Nesnelerin bütün değerleri bende parıldar."<br />Bütün değerler çoktan yaratılmıştı ve bütün yaratılmış değerlerim ben. Gerçek "İstiyorum" diye bir şey olmayacak artık" Böyle der ejder.<br />Kardeşlerim, ruhta asalnın ne gereği var? Gönlü tok ve saygılı yük hayvanı neden yetmez ?<br />Yeni değerler yaratmak, - aslanın dahi elinden gelmez bu; ama yeni yaratma için kendine özgürlük yaratmak.- İşte buna yeter aslanın gücü.<br />Kendine özgürlük yaratmak ve ödeve bile kutsal bir "Hayır" çekmek: bunun için, kardeşlerim, aslan gerektir.<br />Yeni değerlere hak kazanmak, - dayanıklı ve saygılı bir ruh için ne korkunç bir iştir bu. Gerçek, böyle bir ruh için yağmacılıktır, yırtıcı hayvan işidir bu.<br />Eskiden bu "Yapmalısın"ı en kutsal şeyi olarak severdi: Şimdi sevgisinden özgürlük yağmalayabilsin diye, en kutsal olanda bile kuruntu ve gelgeç istek görmek zorunda: işte bu yağma için aslan gerektir.<br />Fakat söyleyin, kardeşlerim, çocuğun yapıp da asalnın yapamayacağı şey nedir ? Neden yırtıcı bir aslan daha çocuklaşmak zorundadır ?<br />Suçsuzluktur çocuk ve unutkanlık, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendiliğinden dönen bir tekerlek, bir ilk devinme, bir kutsal Evet.<br />Evet, yaratma oyunu için, kardeşlerim, bir kutsal Evet gerektir: ruh kendi istemini ister artık, dünyayı yitirmiş olan kendi dünyasını kazanır artık.<br />Ruhun üç değişimini anlattım size: ruhun nasıl deve, devenin aslan, aslanın da en sonu çocuk olduğunu.<br />Böyle buyurdu Zerdüşt. O sırada Alaca İnek denen kentte kalıyordu.</span></div></div>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-58983644214581054432010-10-01T00:07:00.000-07:002010-11-28T04:25:19.173-08:00Basit Bir Yalnızlık da Yeterdi<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKWX_E01FwI/AAAAAAAAANY/n8zP8bSTyEc/s1600/Basit+Bir+Yaln%C4%B1zl%C4%B1k.JPG"><img style="float: right; margin: 0pt 0pt 10px 10px; cursor: pointer; width: 313px; height: 236px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKWX_E01FwI/AAAAAAAAANY/n8zP8bSTyEc/s400/Basit+Bir+Yaln%C4%B1zl%C4%B1k.JPG" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5522987627922659074" border="0" /></a><div style="text-align: left;">Basit bir kareli defter de yeterdi<br />Samatya istasyonunu anlatmak için<br />akşamı beklerken<br />beklerken parçalanmış umutları<br />biraz önce yağmur yağmış o istasyon<br />hüzün dağıtırken<br />uzaktan bakanlara bile<br />kıyı yolundan geçenlere<br />ve yolculara ki hüznün kendisidir<br />biraz şairdir akşama doğru<br />anlayışla bakar istasyon şefi<br />hafif gülümseyerek<br />ve aldırmaz bile<br />ve birden gün geçer<br />aldırmaz<br />tirenlerle yolcularla yüklerle<br />biletlerle pasolarla geçer gün...<br /><a name='more'></a><br />ve Egemen Berköz evine döner<br />Kupkuru yüreği hüzünden<br />hat boyu kırık dökük ev içlerinden akşama doğru<br />bir gün bir kadın çamaşır asarken memelerini görmüştür<br />bir gün don fanle bir adamı sabah sabah pilav yerken<br />bir gün her gün çocuklar görmüştür kirli ve arsız<br />bir gün her gün insanlar biletler istasyon memurları<br />ve bir gün Egemen Berköz evine döner<br />Sabah midesi bozuk<br />öğlen fasulye kılçıklı<br />bir parti satranç oynamış<br />iki metin yazmış<br />Pavese’den birkaç sayfa okumuş<br />birkaç çıplak kadın resmi bakmış<br />pencerede birkaç dal ağaç<br />ve birkaç ondört onbeşinci kat uzaklarda<br />rüzgarda perde uçuşmuş durmuş<br />sonra aklında kaktüsleri<br />sonra Ben Shahn’nın ve Amerika’nın insanları<br />sonra Töbder’in ve Türkiye’nin insanları sonra çantasında bir ufak yeni<br />sonra elinde bir küçük kavun<br />sonra içinde kıpırdanan bir şeyler<br />Egemen Berköz evine döner<br />Tirenden inip istasyondan çıkıp<br />istavritlere kolyozlara bir göz atıp<br />tırmanır Mütesellim yokuşunu<br />tırmanır Ünal apartmanının merdivenlerini<br />düşünür ta beşinci kat onaltı numaranın kapısına kadar<br />düşünür basit bir kareli defter de yeterdi<br />basit bir kareli defter de.<br /></div><br />Ağustos 1978 / Yalnız ve Birlikte Egemen Berköz / Adam yayınları 1985<div style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://picasa.google.com/blogger/" target="ext"><br /></a></div>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-32250859485221674952010-09-29T14:30:00.000-07:002010-11-28T04:13:19.886-08:00Kreşteki Yabani - Adam Phillips<div style="text-align: center;">Bir çocuk psikoterapisti olan Adam Phillips, bu psikanalitik incelemesinde "çocukluğu" ele almış. Kitap hacimce mini mini dursada, anlam yoğunluğunu hazmetmek için bir hayli boğuşmak gerekiyor. Ben bazı yerlerini yeniden yeniden okudum. Diğer yandan aktarım olarak bir profesyonel için yazılmış psikanliz notlarından ziyade; yazarının kendi ile beraber okuyucuyu da çocukluğun sözsüz erken dönemlerinden başlayıp, geç ergenlik zamanlarına kadar uzanan bir arayışa, bir yolculuğa çakardığı akıcı bir yapıya sahip. Not almayı seven bir okuyucu iseniz, kendinizi kitabın elyazma bir kopyasını çıkarıyor halde bulabilirsiniz. (Ayrıntı Yayınları , Çn. Özden Arıkan, 126sy)<br /></div><div style="text-align: center; margin: 0px auto 10px;"><br /><div style="text-align: left;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKO1HUEH4aI/AAAAAAAAAK4/RTL5vGJCEG8/s1600/IMG_4917.JPG"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 528px; height: 216px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKO1HUEH4aI/AAAAAAAAAK4/RTL5vGJCEG8/s400/IMG_4917.JPG" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5522456705336074658" border="0" /></a><a name='more'></a><em>"Bütün hikayelerimiz dileklerimizin başına gelenleri anlatır."</em> <em>-Adam Phillips-</em><br /></div></div><br />Çocukluğumuz... Hep hatırladığımızı, her konusuna hakim olduğumuzu sandığımız, esasında kaynağını sezdiğimiz veyahut hiç bilmediğimiz etkilerini bütün bir ömür taşıdığımız bir anılar bulutu. Bizi "biz" yapan dönem. Roland Barthes'in tabiriyle "hiç unutmadığımız değil, ortadan kaldıramadığımız".<br /><br />Bebek dünyaya tam bir <em>omnipotenti</em> ile gelir. Omnipotentlik mutlak irade sahipliği, kendisini istediği herşeyi yapabilir kabul etmek olarak açıklanabilir. Bebeğin ilk ihtiyaçları o istemeden -ki istemeyi bilmiyordur- yerine getirilir. İlk hissettiği karnının açlığıdır ve bu ilk eksiklik daha o istemeden anne memesince yerine getirilir. Böylece bebek memeyi ve verdiği tokluk hazzını öğrenir. Bilinçlendikçe her istediğinde memeye kavuşamadığını görür. İsteklerinin yerine gelmesi için birçok etkenin bir araya gelmesi gerektiğinin; bunların da büyük kısmının kendi iradesi dışında olduğunun farkına varır. Bu durum ilk olarak "kendi" ve "öteki" kavramlarının oluşmasına yol açar. O an'a kadar bebek, annesini kendinden ayrı bir varlık olarak algılayamamaktadır. İşte insanın ilk "düşkırımı" budur. Bu durumda insanın ilk fantezisi, ilk isteği de anne memesidir. İlk öğrendiği şey de ötekinden istemektir!<br /><br />Büyüyüp bilinçlendikçe artan düşkırımı, istemenin gelişmesinde, şekillenmesinde rol oynar. Çocuk istemeyi doğuran ve gittikçe nitelik kazanan elde etme -sevgi, ilgi, oyuncak, herhangi birşey- ihtiyacını, diğerleri ile daha gelişmiş bir iletişim ile çözebileceğini anlar. Bu durumda çocuk, hem taklit, hem de özgün yeteneğini kullanarak; ağlamaktan çok daha fazla anlaşılma ve isteme imkanı sunan konuşmaya itilir.<br /><br />Konuşarak istemeyi öğrenen çocuk, zamanla artan istekleri sadece "ver" diyebilmekle gerçekleşmediği için çeşitli ikna yöntemleri geliştirmek zorundadır. Bu durumda mesajlar gelişmeye başlar. İlk gelişen elbette doğrudan açık mesajlardır, bunlar konuşan çocukça zaten bilinmektedir. Al, ver, yap gibi emir eylemleri doğrudan mesajlar olarak düşünülebilir. Ancak işin içine "ikna etmek" girdikçe, niyetin saklanması gerektiği, mesajların gizlenmesi gerektiği, aynı şekilde kendine gelen mesajların da ikincil, gizli anlamlar taşıyabileceği ortaya çıkar. Bu durumda artık "örtülü mesajlar"ın dünyası oluşmaya başlamıştır.<br /><br />Çocukluğun ilerleyen dönemlerinde, vücuda -ki "Bir insanın sahip olduğu en ilginç şeyi kendi vücududur." diyor yazar - merakla birlikte temelleri oluşan cinsellik, cinsiyet bilinci de bir takım istekleri, beğenilme, ilgi görme ihtiyaçlarını yaratır. Aynı zamanda çevremizden öğrendiğimiz "genel ahlak"a bir tepki olarak oluşturduğumuz küçük sırlarımız, isteklerimiz yani "kişisel ahlak"ımız ile örtülü mesajlara karşı çok daha duyarlı bir hale geliriz. Zamanla örtülü mesajlar doğrudan mesajları da kapsar. Çıkarımlarımız, duygularımızla birlikte harmanlanan algılarımızla etkilenir, deneyimleşir. Hayatımızı örtülü mesajlar üzerinden yaşamaya başlarız.<br /><br />İnsan her zaman isteklerinin hepsinin olduğu, gerçekleştiği bir evrenin umudunu taşır. En temel isteği ise kendi ölümünün olmadığı bir evrene kavuşmatır. O ayrıcalıklıdır, farklıdır, başkadır, sıradanlık-dışıdır. <em>"Ben gizli bir ayrıcalığa sahibim: Kendime hak gördüğüm bazı ihtiyaçlarım var benim..."</em> diyerek devam ediyor yazar.<em> "Her çocuğun kısa zamanda farkına vardığı gibi, kendisi ne kadar önemli olursa olsun, bir yandan da hiçbir şekilde özel değildir."</em> Bu noktadan sonra öfke başlar "Ne yani ben de herkes gibi miyim?" sorusunu bilinçaltı sormaktadır. Herkes gibi ölecek miyim ? Yalnız mıyım ? Elbette bu soruların cevabını hiçbirimiz gerçekten kabul etmeyiz, yaşamımız kabul etmediğimiz bu cevapların sızısını yatıştırmaya çalışmakla geçer. Hepimizin içinde yaşadığı düşü "ölmesiz bir dünya"dır. Ancak ezici gerçeklik, yani sıradanlığımız, aşağılanmışlık duygusu ve öfke yaratır. Bu noktada "yüceltmek" sahneye çıkar... Yüceltiriz, kutsallaştırırız ya da diğerleri bizim için yüceltirler. Yücelttiklerimiz bizi yeni isteklere, isteklerimiz yeni deneyimlere ve yaşamaya iter. Onların bizi ölümden bile koruyabileceklerine içten içe inanırız. Hayatımızı anlamlandırır, isteklerimizin peşinden yola çıkarak deneyimlemelerimizi ve nihayet kişiliğimizi oluştururuz.<br /><br />Evet büyümek bir düşkırımıdır! Her insan yücelttikleri, idealleri ve istekleri ile bir sanatçıdır. Kaybettiği düşünü arayan, ararken yeni düşler kuran, deneyen, kendi hayatının sanatçısı.Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-71498192041704254522010-09-27T12:31:00.000-07:002010-11-28T04:22:38.851-08:00Katar - çölde bir gezi<span style="font-family:courier new;">"Ne zaman ne koyacağım belli olmaz ey blog!" şeklinde uyarıda bulundum ki benden günah gitsin.</span><br /><span style="font-weight: bold;font-family:courier new;">Dikkayt ! </span><span style="font-family:courier new;">: Bu yazı bir Katar tanıtımı sayılmaz, ancak derleme toplama birkaç çöl fotoğrafının anlatımıdır.</span><br /><a href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKDxVjZZUPI/AAAAAAAAAIQ/L_0mJMOYNM0/s1600/Bedeviler-k.jpg"><br /></a><a href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKELQI86cjI/AAAAAAAAAJI/HU95exh8D8E/s1600/Bedeviler-k.jpg"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 400px; height: 267px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKELQI86cjI/AAAAAAAAAJI/HU95exh8D8E/s400/Bedeviler-k.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5521706990041723442" border="0" /></a><span style="font-family:courier new;"><a name='more'></a>İlk fotoğraf Katar'da çölde safari organizasyonlarının bizleri alıp götürdüğü, Messaid şehri yakınındaki "Sea Line" -deniz kenarı- denilen bölgede çekilmiştir. Bu iki amca orjinal deve çobanlarıdırlar. Çölde çadırlarında yaşar, develerini otlatır, onların ürettikleri ile geçinirler, turistlere de kiralarlar -bir, iki dolara- . Katar devletinin resmi söylevi kendi köklerini Bedevilik olarak açıklar. Sanılanın aksine her Katarlı zengin değildir -Arap, Körfez, Petrol vs.- Halen çobanlık, balıkçılık yaparak yaşayan insanlar vardır.</span><br /><br /><a href="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKELcx8ml1I/AAAAAAAAAJQ/gaerrA3Rwjk/s1600/Bekleyenler.jpg"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 400px; height: 267px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKELcx8ml1I/AAAAAAAAAJQ/gaerrA3Rwjk/s400/Bekleyenler.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5521707207204706130" border="0" /></a><span style="font-family:courier new;">İlki ile aynı bölgede çekilmiş, az uzakta küçük bir kum tepeciğini siper etmiş bekleşen anne deve ile yavrusu...</span><br /><br /><a href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKD4R03w18I/AAAAAAAAAIw/q9CHCffGa-I/s1600/Y%C3%BCr%C3%BCyorlar.jpg"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 400px; height: 267px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKD4R03w18I/AAAAAAAAAIw/q9CHCffGa-I/s400/Y%C3%BCr%C3%BCyorlar.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5521686128290224066" border="0" /></a><span style="font-family:courier new;">Öyle yürüyorlardı, ben de bastım deklanşöre gitti efendim.</span><br /><br /><a href="http://4.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKD5odEovxI/AAAAAAAAAJA/arjl-Auxlmo/s1600/R%C3%BCzgar%C4%B1n+%C5%9Eark%C4%B1s%C4%B1-k.jpg"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 433px; height: 280px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKD5odEovxI/AAAAAAAAAJA/arjl-Auxlmo/s400/R%C3%BCzgar%C4%B1n+%C5%9Eark%C4%B1s%C4%B1-k.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5521687616550387474" border="0" /></a><span style="font-family:courier new;">Rüzgarın kumdaki izidir. Hikayesini anlatmak bizi aşar vesselam.</span><br /><br /><a href="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKELnyl2g6I/AAAAAAAAAJY/otGoyp27iKk/s1600/Tilkiymi%C5%9F.JPG"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 267px; height: 400px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKELnyl2g6I/AAAAAAAAAJY/otGoyp27iKk/s400/Tilkiymi%C5%9F.JPG" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5521707396356277154" border="0" /></a><span style="font-family:courier new;">Bir çöl tilkisinin kumda ayak izleri. Katar'ın Suudi Arabistan sınırına yakın olan bölgelerinde çöl tilkileri görülebilir. Mini mini, ancak kafasına oranla kocaman kulaklı bu hayvancağız geceleri gezer dolaşır, bulduğu börtü böcekle ziyafet çekermiş. "Kulakları ile kumu dinleyip, içindekileri buluyordur yaramaz" diye şaka eder, bu kadar laubali olmuşken elceğizlerimle size kum gösteririm.</span><br /><br /><a href="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKD5KxhnEDI/AAAAAAAAAI4/F2y7rtkuaa4/s1600/Kum-k.jpg"><img style="display: block; margin: 0px auto 10px; text-align: center; cursor: pointer; width: 400px; height: 267px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TKD5KxhnEDI/AAAAAAAAAI4/F2y7rtkuaa4/s400/Kum-k.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5521687106644545586" border="0" /></a>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-44226912516272093372010-09-26T00:38:00.000-07:002010-09-28T06:36:59.815-07:00Tutamak meselesi ve Yusuf Atılgan<p style="font-family: courier new;">Bir ekşisözlük girdisinde :</p> <p style="font-family: courier new;">“ Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ı dört köşe bir masaya oturtup, dördüncü köşeye de ben geçmek istiyorum.” gibi birşey söylemişti bir yazar. Adını hatırlayamadım hislerimin tercumanının. Selamlar ederiz. </p> <p style="font-family: courier new;">Neyse efendim lafı dolandırmadan diyelim. Yusuf Atılgan – Aylak Adam’dan bir alıntıdır. </p> <p style="font-family: courier new;">“</p> <p style="font-family: courier new;">- Ya içmediğin zamanlar?<br />- O zaman ararım.<br />- Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap…<br />- Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.<br />- Anlamadım.<br />- Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!</p> <p style="font-family: courier new;">“</p>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4486207194109015106.post-75881734759600562742010-09-25T10:24:00.001-07:002010-09-28T06:35:36.062-07:00kimdir nedir?<p style="font-family: courier new;">Efendim ben de bir ademoğluyum. </p> <p style="font-family: courier new;">Bilen bilir, tanıyan tanır. Pek bir gevezeyimdir –zaten blog yazmak için geveze olmak gerekir ve ben parantez içi ukalalıklarına bayılırım-. </p> <p style="font-family: courier new;">Hergün dostlarıma birşeyler gönderir, paylaşırken, öyle kıyılarda köşelerde kalmasın, biriksin, şu milyonlarca blogun hergün yazıldığı internet aleminde benim de bir köşem olsun diye bu blogu açtım. Çekinmeyin siz de açın! </p> <p style="font-family: courier new;">Malum deli olduğumdan blogumu da aklı başında sayamayız. Aklıma eser bir şiir koyarım, bir bağlantı paylaşırım, fotoğrafları çok severim, biryerlere gider oraları anlatırım, minimini bir kuşu söyleyebilirim, bazen Ney üflemeye çalışırım naçizhane, bazen fotoğraf çekmeye çalışırım. Sözün özü : denemeyi severim ve denediklerimi paylaşırım. </p> <p style="font-family: courier new;">İki senedir Katar’da yaşarım. Çöldür, bildiğiniz çöl. Bir motorsikletim var. Bahsetmesem olmaz ismi Ali Rıza Bey ‘dir. Yeni tanıştık sayılır, iki ay kadar oldu. Başlarda –laf aramızda hala aradabir- huysuzluklar etse de artık iyi anlaşıyoruz. Gün batımına karşı bir yakışıklı fotoğrafını koyayım ilk yayınımda, gönlü olsun. Ne de olsa bu blogu beraber yazıyoruz sayılır. </p> <p style="font-family: courier new;"><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TJ42-x3qvpI/AAAAAAAAAG4/sBHup0vQIZg/s1600/IMG_4891.jpg"><img style="float: left; margin: 0pt 10px 10px 0pt; cursor: pointer; width: 194px; height: 277px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_SPrcwgGT-fw/TJ42-x3qvpI/AAAAAAAAAG4/sBHup0vQIZg/s320/IMG_4891.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5520910645369421458" border="0" /></a> </p> <p style="font-family: courier new;">Plakam 6206’dır. Cezalarımızı kontrol edebilirsiniz. Bir tanecik hız cezamız var. Ama olur o kadar demi ama…</p> <p style="font-family: courier new;">Karakaplı defterim de var ona göre! Düşündüklerimi, çokça okuduklarımı yazarım. Bazen karakaplımdan çalar dostlarıma yollarım. Artık buraya da yazacağım –aman bi sevindirik oldum- </p> <p style="font-family: courier new;">Birsürü birsürü şeyler yaparım, rahat durmam, annemin tabiriyle “deşenek” imdir. Televizyon izlemem, maçları, müsabakaları sevmem. Belgesel olursa haber verin, küserim –hem nasıl- . Filmlere bayılırdım eskiden, şimdi yine ittire kaktıra izliyorum. Onları da yazarım söz! </p> <p style="font-family: courier new;">Bugün ilk gönderimi yazdım, muhtemelen kimsecikler okumayacağı için rahat rahat atıp tuttum. Artık takıntılı ve de sorumlu bir blog yazarı olarak, yazmak ve de yazmak niyetindeyim. Sevgiler, selamlar, teşekkürler efendim. Sağ olun var olun !</p> <p style="font-family: courier new;">“Beni siz delirttiniz !”</p>Okurhttp://www.blogger.com/profile/03352206735292699332noreply@blogger.com0