23 Eylül 2011 Cuma

Fedailerin Kalesi Alamut - Wladimir Bartol


Bu yazı, Sloven edebiyatının dünyaya kazandırdığı önemli mihenk taşlarından biri olan Wladimir Bartol'un Fedailerin Kalesi Alamut isimli romanı ve düşündürdükleri üzerine bir mütevazi, kendi çapında denemeciktir efendim. 

Evvela romanın hikayesinden bahsedelim: Fedailerin Kalesi Alamut'un, Türkiye'de sahife olarak hikayesi Yurt Yayınları'nda 1998 yılında ilk basımıyla başlar, benim elimdeki 2009 yılında yapılmış 7. basımıdır. Çevirmeni Atilla Dirim'dir ve kendisini güzel çevirisiyle eseri okunur ve akıcı kılmakta oldukça başarılı buldum. Bendeki kopya ise Kadıköy Akmar Pasajı'nda güzelim bir el tarafından hediye edilmiştir.

Bay Wladimir Bartol hakkında da bilgiler vereyim. 1903-1967 yılları arasında Orta Avrupa'da yaşamış, iki dünya savaşını da bütün eziciliğiyle beraber sırtlamış o bilge nesilden. Böyle bir nesil olduğunu düşünüyorum ben, ekonomi, ulus, siyaset ve savaş kavramlarını ve ilişkilerini yaşayarak idrak etmiş.



Neyse efendim gelelim romanımıza. Alamut Kalesi ile ilk karşılaşmamız Bay Amin Maalouf'un Semerkant romanının ilk kısmı ile olmuştu. Bu ilk kısımda Hasan Sabbah, Ömer Hayyam ve Nizam-ül Mülk'ün hikayelerine, ortak geçmişlerine dair bilgiler veriyordu yazar ve ardından konuyu Ömer Hayyam üzerine çekiyordu. Nizam-ül Mülk olay örgüsü içerisinde biraz daha rol buluyor ancak Hasan Sabbah dağların arasındaki gizemli kalesine çekiliyordu. Bu arada okuyucular, Hasan Sabbah'ın bu gizemli kalesinde garip şeyler olduğuna dair uyarılıyordu. O zamandan beri aklımın bir köşesinde, dağların arasındaki kalesinde, loş bir galeride, gözlerinden kıvılcımlar saça saça şarabını içen bir deli adam olarak hayal etmiştim Hasan Sabbah'ı. Wladimir Bartol'un eserini elime alınca da "İşte şimdi o kalede neler olduğunu öğrenmenin zamanıdır." diye geçirdim aklımdan.


Zubara Kalesi - Katar


Eser başlarda tarihi bir roman yapısında ilerliyor. Olaylar, kişiler ve ilişkilerinin anlatımı dönemin sosyolojik yapısı ve insan algısına dair ipuçları taşıyor. Kölelik mekanizması, ticareti, haremler, cariyeler... Bunlara ek olarak İsmaili tarikatı, inanç şekli, gruplaşmaları, ibadet şekilleri hakkında bilgiler de veriliyor. Dönemin siyasi yapısı, İran üzerinde bir işgalci konumunda olan Selçuklu Devleti'nin iç çalkantıları da okura hissettiriliyor. Elbette bunları oluşturan yazarın da bazı noktalarda "oryantalist" gözlüklerini çıkaramadığını bildirmek gerekir. Diğer yandan yazarımızı bu konuda zan altında bırakamayız. Mösyö Sartre'ın çok da doğru tespit ettiği "Her çağ kendi insanını yaratır." düsturunca düşünürsek, Bay Wladimir Bartol'un yaşadığı dönemde, coğrafya ve toplum açısından ne denli bir büyük duvarın arkasında olduğu ve bugün hala var olan ön yargılar ağıyla çevrildiği apaçıktır. Kanaatimce yapıtında, bütün bu engellemelere rağmen olabilecek en objektif bakışı oluşturabilmiş.

Şebinkarahisar Kalesi
Başlarda tarihi bir roman yapısında ilerliyor demiştim ama sonra tabii değişiyor, psikolojik bir hal alıyor. Özellikle Sabbah'ın sahneye çıktıktan sonra yaptığı şok açıklamalar beni benden almıştır. Söylediği her şeyi karakaplıma aktarmaya çalıştım. Sizi burada notlarla boğmak değil niyetim ancak, Sabbah'ı güzel konuşturmuş Bay Bartol ; İşte onu demeye getiriyorum. Hasan Sabbah gibi bir insanın tarihsel varlığı ve estirdiği terör gerçektir. Şimdi durup düşünelim, Sabbah'ın aklı başında bir adam olduğu Nizam-ül Mülk, Hayyam gibi arkadaşlarından belli. Sonra Selçuklu gibi devrinin bir büyük devletinde, vezirin koltuğunu sallayacak kadar yetkin bir devlet adamı olduğunu da biliyoruz. O halde Hasan Sabbah'ı haşhaşiler gibi bir intihar mekanizması kurmaya iten nasıl bir kişiliktir ? Yazar bunun cevabını, Sabbah'ı Antik Yunan filozoflarından etkilenerek Nihilist -hiççi- bir düşünceye varmış, varlığının anlamını büyük bir tutukluya tasarladığı mekanizmaya bağlamış bilge bir adam olarak kurmakta buluyor. Adeta Doktor Frenkeştayn çıkıyor karşımıza ve büyük bir tutkuyla yarattığı oğulları, zaten ölü olan haşhaşileri. Sabbah çoğu noktada oluşturduğu bu mekanizma için suçsuz buluyor kendini, "İnsanlar istediler, onlar izin verdi, ben onların arzularını kullandım." diyor. 

İnsanları kullanmaya, onlara zaten istediği şeyi verdiğini düşünmeye başlamadan önceki halini şöyle açıklıyor : "Bu dünyadaki görevimin insanlar arasında hakikat tohumları ekmek, onların gözlerini açmak, insanlığı yanılgılara ve karanlığa mahkum eden yalancılardan kurtarmak olduğunu sanıyordum. İsmaili öğretisi benim için cehalete ve yalanlara karşı başlattığım mücadelenin bayrağı olmuştu. Kendimi insanlığın kör yürüyüşünü aydınlatacak bir meşale gibi görüyordum." Ne idealist, ne tepeden bakan bir düşünce. Hepimizin hayatının belki bir döneminde yok mu bunlar ? Hasan Sabbah'ın da bir dönem böyle düşünmüş olması gayet ihtimal dahilinde. Ancak O'na sonradan şöyle dedirtiyor Bay Bartol : " Halkın kayıtsız ve tembel olduğunun farkına vardım; onlar için kendimi harcamaya değmezdi. Boş yere onları uyandırmaya ve aydınlatmaya çalışmıştım. İnsanların büyük kısmının hakikatin ne olduğuna ilgi duyduğuna inanıyor musun yoksa? Umurlarında bile değil. Tek istedikleri rahatlarının bozulmaması ve hayal güçlerini canlı tutmak için masallar.". Bartol'un yarattığı Hasan Sabbah, çağının ötesinde fikirlere sahip bir bilgeymiş, ancak bu bilge çağının henüz bu fikirlere hazır olmadığını, onu anlayamayacağını da kavramış gibi yapıyor. Böyle değil midir zaten sevgili okur ? İnsanlar yeryüzünde binlerce yıldır yaşarlar, ne fikirler gelmiş geçmiş, ne icatların eşiğine gelinmiştir, sonra bilgin asılmıştır, icatları yakılmıştır, sönmüştür ateş... Şeyh Bedrettin veya Arşimet'in ve daha nicelerinin başına da böyle şeyler gelmiştir, gelmektedir. Belki Hasan Sabbah'ı onlardan farklı kılan, ilk başta tanrılardan çaldığı ateşi insanlara  öğretmek istese de sonradan buna hazır olmadıklarına, devrana karşı koymanın, onu istemese dahi değiştirmenin mümkün olmadığına inanmış olmasıdır. Bu fikir ve güya çaresizlik onu ilk başta tuttuğu yoldan çevirmiş, mekanizmasının gerçeklemek işiyle yanıp tutuşan bir hırs abidesine çevirmiştir belki. 

Bence dostumuz Bay Wladimir'in yarattığı Hasan Sabbah'ın kefelere, kantarlara sığmaz bir egosu var sevgili ve de sabırlı okurum. Hasan Sabbah, bu dünyada bir "görevi" olduğunu düşünüyor, görevsiz yaşayamıyor, buna tahammül edemiyor. Güzel fikirleri var elbet ama görmek istediklerini topluyor O, hırsla gerçeği, insan gerçekliğini, psikolojisini sorgulayışı insanı kavrıyor. Kendisi için bulduğu destekleyici kanıtlar, okurun da aklını, kendi değer ve gerçekliklerini sorgular nitelikte. Hiçliğe varmış, yaptıklarının sadece amacı edindiği bir plana tabi, onun için olduğunu savunan bir bilgeyi oynuyor. Planına en yakınındaki insanları dahi kurban verse de yılmıyor, bencilliğin bir "ben de sıradan bir insanım ve isteklerim var"dan ziyade, "bir tek ben varım, istiyorum ve isteğim kutsaldır"a dönüşmüş hali. Hasan Sabbah'ın vardığı hiçliği, Bay Nietzsche 'den feyz aldığını iddia eden bir Hitler kasabının psikolojisine benzetebiliriz. Hitler değil midir "İstediğimi alamadığım zaman, yumrukla isteme hakkım doğar" diyen? Breh breh demeden geçemiyorum bu yüce egolara, ancak sorgulayan yapıları, kendilerine kanıt arar halleri onlara sağlam bir duruş kazandırıyor ve sanırım budur biz sıradan insanlarda onlara karşı gizli bir hayranlık uyandıran. Sonuç olarak, Nietzsche ve Freud üzerine derin araştırmalar yapmış Bay Wladimir Bartol'un, 1938 yılında tamamladığı bu eserinde yarattığı psikopatın, savunmaları, fikirleri ve amacına adanmışlığıyla, eserin yazıldığı döneminin birçok siyasi aktörünü, diktatörünü gayet güzel örnekleyen bir karakter olduğuna inanıyorum. Oldukça keyifli bir okumaydı, tavsiye olunur kıymetli ve yorgun gözleri öpülesi okuyucum.

1 yorum:

  1. yorumunuzu severek okudum ve düşündüm ki siz de benim yorumuma bir göz atabilir hatta iki cümle fikrinizi söyleyebilirsiniz :) Daha çok Hasan Sabbah üzerinde durmuşsunuz sanırım ben de diğerleri üzerinde.göz atmak isterseniz

    http://www.kitapsohbetcisi.com/2012/06/sohbet-alamut.html
    Gelmişken anketime de katılırsanız sevinirim

    YanıtlaSil