29 Eylül 2010 Çarşamba

Kreşteki Yabani - Adam Phillips

Bir çocuk psikoterapisti olan Adam Phillips, bu psikanalitik incelemesinde "çocukluğu" ele almış. Kitap hacimce mini mini dursada, anlam yoğunluğunu hazmetmek için bir hayli boğuşmak gerekiyor. Ben bazı yerlerini yeniden yeniden okudum. Diğer yandan aktarım olarak bir profesyonel için yazılmış psikanliz notlarından ziyade; yazarının kendi ile beraber okuyucuyu da çocukluğun sözsüz erken dönemlerinden başlayıp, geç ergenlik zamanlarına kadar uzanan bir arayışa, bir yolculuğa çakardığı akıcı bir yapıya sahip. Not almayı seven bir okuyucu iseniz, kendinizi kitabın elyazma bir kopyasını çıkarıyor halde bulabilirsiniz. (Ayrıntı Yayınları , Çn. Özden Arıkan, 126sy)

"Bütün hikayelerimiz dileklerimizin başına gelenleri anlatır." -Adam Phillips-

Çocukluğumuz... Hep hatırladığımızı, her konusuna hakim olduğumuzu sandığımız, esasında kaynağını sezdiğimiz veyahut hiç bilmediğimiz etkilerini bütün bir ömür taşıdığımız bir anılar bulutu. Bizi "biz" yapan dönem. Roland Barthes'in tabiriyle "hiç unutmadığımız değil, ortadan kaldıramadığımız".

Bebek dünyaya tam bir omnipotenti ile gelir. Omnipotentlik mutlak irade sahipliği, kendisini istediği herşeyi yapabilir kabul etmek olarak açıklanabilir. Bebeğin ilk ihtiyaçları o istemeden -ki istemeyi bilmiyordur- yerine getirilir. İlk hissettiği karnının açlığıdır ve bu ilk eksiklik daha o istemeden anne memesince yerine getirilir. Böylece bebek memeyi ve verdiği tokluk hazzını öğrenir. Bilinçlendikçe her istediğinde memeye kavuşamadığını görür. İsteklerinin yerine gelmesi için birçok etkenin bir araya gelmesi gerektiğinin; bunların da büyük kısmının kendi iradesi dışında olduğunun farkına varır. Bu durum ilk olarak "kendi" ve "öteki" kavramlarının oluşmasına yol açar. O an'a kadar bebek, annesini kendinden ayrı bir varlık olarak algılayamamaktadır. İşte insanın ilk "düşkırımı" budur. Bu durumda insanın ilk fantezisi, ilk isteği de anne memesidir. İlk öğrendiği şey de ötekinden istemektir!

Büyüyüp bilinçlendikçe artan düşkırımı, istemenin gelişmesinde, şekillenmesinde rol oynar. Çocuk istemeyi doğuran ve gittikçe nitelik kazanan elde etme -sevgi, ilgi, oyuncak, herhangi birşey- ihtiyacını, diğerleri ile daha gelişmiş bir iletişim ile çözebileceğini anlar. Bu durumda çocuk, hem taklit, hem de özgün yeteneğini kullanarak; ağlamaktan çok daha fazla anlaşılma ve isteme imkanı sunan konuşmaya itilir.

Konuşarak istemeyi öğrenen çocuk, zamanla artan istekleri sadece "ver" diyebilmekle gerçekleşmediği için çeşitli ikna yöntemleri geliştirmek zorundadır. Bu durumda mesajlar gelişmeye başlar. İlk gelişen elbette doğrudan açık mesajlardır, bunlar konuşan çocukça zaten bilinmektedir. Al, ver, yap gibi emir eylemleri doğrudan mesajlar olarak düşünülebilir. Ancak işin içine "ikna etmek" girdikçe, niyetin saklanması gerektiği, mesajların gizlenmesi gerektiği, aynı şekilde kendine gelen mesajların da ikincil, gizli anlamlar taşıyabileceği ortaya çıkar. Bu durumda artık "örtülü mesajlar"ın dünyası oluşmaya başlamıştır.

Çocukluğun ilerleyen dönemlerinde, vücuda -ki "Bir insanın sahip olduğu en ilginç şeyi kendi vücududur." diyor yazar - merakla birlikte temelleri oluşan cinsellik, cinsiyet bilinci de bir takım istekleri, beğenilme, ilgi görme ihtiyaçlarını yaratır. Aynı zamanda çevremizden öğrendiğimiz "genel ahlak"a bir tepki olarak oluşturduğumuz küçük sırlarımız, isteklerimiz yani "kişisel ahlak"ımız ile örtülü mesajlara karşı çok daha duyarlı bir hale geliriz. Zamanla örtülü mesajlar doğrudan mesajları da kapsar. Çıkarımlarımız, duygularımızla birlikte harmanlanan algılarımızla etkilenir, deneyimleşir. Hayatımızı örtülü mesajlar üzerinden yaşamaya başlarız.

İnsan her zaman isteklerinin hepsinin olduğu, gerçekleştiği bir evrenin umudunu taşır. En temel isteği ise kendi ölümünün olmadığı bir evrene kavuşmatır. O ayrıcalıklıdır, farklıdır, başkadır, sıradanlık-dışıdır. "Ben gizli bir ayrıcalığa sahibim: Kendime hak gördüğüm bazı ihtiyaçlarım var benim..." diyerek devam ediyor yazar. "Her çocuğun kısa zamanda farkına vardığı gibi, kendisi ne kadar önemli olursa olsun, bir yandan da hiçbir şekilde özel değildir." Bu noktadan sonra öfke başlar "Ne yani ben de herkes gibi miyim?" sorusunu bilinçaltı sormaktadır. Herkes gibi ölecek miyim ? Yalnız mıyım ? Elbette bu soruların cevabını hiçbirimiz gerçekten kabul etmeyiz, yaşamımız kabul etmediğimiz bu cevapların sızısını yatıştırmaya çalışmakla geçer. Hepimizin içinde yaşadığı düşü "ölmesiz bir dünya"dır. Ancak ezici gerçeklik, yani sıradanlığımız, aşağılanmışlık duygusu ve öfke yaratır. Bu noktada "yüceltmek" sahneye çıkar... Yüceltiriz, kutsallaştırırız ya da diğerleri bizim için yüceltirler. Yücelttiklerimiz bizi yeni isteklere, isteklerimiz yeni deneyimlere ve yaşamaya iter. Onların bizi ölümden bile koruyabileceklerine içten içe inanırız. Hayatımızı anlamlandırır, isteklerimizin peşinden yola çıkarak deneyimlemelerimizi ve nihayet kişiliğimizi oluştururuz.

Evet büyümek bir düşkırımıdır! Her insan yücelttikleri, idealleri ve istekleri ile bir sanatçıdır. Kaybettiği düşünü arayan, ararken yeni düşler kuran, deneyen, kendi hayatının sanatçısı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder